Bir lokantanın kalbi nedir, biliyor musun?
Ne ocağı, ne kasası, ne de duvardaki menü.
Kalp, kapıdan içeri giren ilk “hoş geldiniz”de atar.
Ve o kalp, bir kere ritmini buldu mu, o mekân artık sadece yemek yenen bir yer değil — yaşanan bir yerdir.
*
Ben lokantalara hep insan gibi bakarım.
Bazısı sabah erken uyanır, çayını demlemeden konuşmaz.
Bazısı geç açılır ama açılınca gülümser.
Bazısının sandalyeleri sessizdir, bazısının her masasında bir hikâye oturur.
Ama hepsinin ortak bir dili vardır: Emek.
*
Bir tabak çorba gelir masaya…
Garson bir eliyle bırakırken, diğer eliyle hayatın temposunu düzeltir.
Bir müşteri sessizce yer, biri “eline sağlık ustam” der.
İşte o anda lokantanın duvarları bile hafifçe ısınır.
Bunu ne klima sağlar, ne dekorasyon.
O ısı, insanın emeğinden çıkan bir sıcaklıktır.
*
Gastronomi dünyasında hep büyük laflar duyuyoruz: konsept, fine dining, sustainability…
Ama bir bakarsın, asıl sürdürülebilirlik o küçük lokantadadır.
Çünkü orada tek enerji kaynağı vardır: İyi niyet.
*
Benim için her lokanta, küçük bir dünya gibidir.
Bir masa, bir sandalye, bir tabak yemek
ama içinde bir sürü duygu, bir sürü hatıra pişer.
Kimi gün kahkahadır, kimi gün sessizliktir.
Ama her halükârda, bir lokantanın kalbi atmaya devam eder.
*
Ve bazen biri sorar:
“Erdal usta, senin lokantanın sırrı ne?”
Ben de derim ki:
“Burası sadece yemek yapılan yer değil, insanın kendini yeniden pişirdiği yer.”

YORUMLAR